Çarşamba, Kasım 28

roma

hazir yazmaya baslamisken bir de roma'dan bahsedeyim dedim. bir kac kere gitmek imkani oldu. ilk gittigimde bir cumartesi sabahtan aksami kadar gezme imkani da buldum. Ayni gun Bush da oradaydi, gerci iskaladik birbirimizi ama etrafta sayesinde bol bol carabinieri vardi. Bir gun icinde gezilebilecek her yerini gezdim. Is seyahatlerini boyle keyifi gezmelerle birlestirebilince iyi oluyor. Yoksa havaalani gormekten baska bir sey yapamiyoruz.

Salı, Kasım 27

istanbul

istanbul'da olmak guzel sey vesselam. anadolu yakasinda olsam da. aylardan sonra memleketteyim. aylardir dolasip durduktan sonra seyahatlerim beni sonunda istanbul'a getirdi. iki aksam ust uste kebap yemek icin bile degerdi. gittigim yabanci ulkelerin insanlariyla ingilizce, italyanca, fransizca, ispanyolca anlasmaya calisma cabalarinda sonra hic caba gostermeden etrafimdaki herkesle anlasabilmek cok ozledigim bir duyguymus. henuz toplantilardan cikip da bir sey gormek mumkun olmadi. artik Cuma gununu bekliyorum kendimi disari atip sevdigim sehirle hasret gidermek icin. ondan sonra trenle bir gece yolculugu beni bekliyor, Ankara'ya. ucakla seyahatten bikmisim. ayrica havaalanindan ve yollarinda harcanan zamandan. hicbir guvenlik kontrolunden gecmeden vasitaya binip hareket etmek istiyorum. hareket demisken bu aralar fazla hareket ediyorum. artik biraz durup nefes almak istiyorum. durup kendimi dinlemek. durup hicbir sey yapmamak. bir sure kimildamamak...

Pazar, Ekim 14

prag

alismisiz bir kere cekoslovakyalilastiramadiklarimizdanmisiniz'a, cek cumhuriyeti cok yabanci geliyor, olmuyor. adamlarin dilinde sessiz kelimeler hep yanyana geliyor. havaalanindan itibaren dikkat etmeye basladim. dorder dorder yanyana geliyor sessiz harfler, sesli harflerde kisintiya gitmisler (bunlara unlu-unsuz de denilirdi, hey gidi ilkokul dilbilgisi dersleri, kucuk unlu uyumu, ulama, kaynastirma ve de pçtk).

havaalanindan sehre dogru arabayla yollaniyorum. havada duru bir serinlik var. nefesimi gorebiliyorum ama usumuyorum, gunes guzel vuruyor. tepelerden dolana dolana agaclarin arasindan sehrin kiyisina kuruldugu Vltava (3 sessiz harf) nehrine dogru yaklasiyorum. radyoda ilk karsima cikan kanali degistirme geregi duymuyorum (bruksel'de olsa 30 kere degistirmistim). pek keyifli bir elektronik caz caliyor, ben de pek keyifli bir halde Prag'a giriyorum. Oteli bulmadan once sehri arabayla bir kesfetmeye karar veriyorum. Sayisiz kopruden nehrin bir o yanina, bir bu yanina geciyorum (17 kopru varmis toplam, hepsinin uzerinden gecmek nasip olmadi). arada ulan hangi taraftaydim diye sordugum oluyor. hani sokaktaki bul macayi al parayicilar gibi. avrupa'nin bir cok sehrinde oldugu gibi caddelerin yuzde 80'i tek yon. bu konuya da ayri bir egilmek lazim. avrupa birligi'ne neden girmememiz gerektigine bir baska gecerli sebep bu olabilir. adamlar, en son tamam butun sartlari yerine getirdiginiz, kibris'i cocuk parki yaptiniz, 13 tane resmi dil ilan ettiniz ama simdi de butun caddelerinizi tek yon yapmaniz gerekiyor diyebilir. tek yonlu yol bizim dogamiza aykiri. gidecegi yere en kisa yoldan gitmeyi seven bir milletin cocuklariyiz biz, dolambacli yollar sabrimizi zorlar. ama iste avrupalilar cok seviyor, ben de o yuzden 'aman be bu da tek yonmus' diyerek otele done dolana sonunda variyorum.

prag fazlasiyla turistik bir sehir. roma gibi. hele charles koprusunun uzerinde adim atacak yer bulmak zor. ya sabah erken ya da gece gec saatte gitmek lazim. ben gece gittim.

Pazar, Eylül 30

bruksel

gecenlerde Bruksel beni Pazar sabahi yatagimdan kaldirdi, uykulu uykulu pencereye goturdu. asagida panayirimsi bir goruntu vardi. butun sokak festival gibisin, katilmak istiyorum diyordu adeta.

bu manzara butun gun kendini tekrar etti, detone bir grubun soyledigi Fransizca sarkilar esliginde. bir ara inip yurudum, etrafa bakindim. guya yasadigim sehirdi Bruksel ama ayda yilda bir ugradigimdan pek bir yakinlik kurma firsatini yakalayamamistik. samimiyetin en onemli sarti ayni dili konusmak. 1,5 ay Fransizca dersi aldim ve bayagi da keyifli bir sekilde ilerlettim. fransizca menuleri okuma, taksi soforleriyle cat pat anlasma, levhalarda ne dedigini cozme konusunda yol aldim ama procem beni Ispanya'ya goturunce Fransizca bir anda uvey evlat durumuna soktu. Bu dusuncelerle mahalleyi soyle bir dolasip dondum eve.

bu arada her gittigim yerde bana sorulan soru 'ne olcek bu belcika'nin hali?' oluyor. 4 aya yaklasiyor neredeyse hukumetsizlik hali. vatandaslar umursamaz bir halde. ulan ulke bolunecek adamlar hicbir sey olmuyormus gibi hayatlarini yasamaya devam ediyorlar. tek tuk evlere Belcika bayraklari asilmis ama gormek icin ozellikle aramak gerekiyor. adamlarin milli marslarinin bile 3 versiyonu var, fransizca, flamanca, almanca. economist'te gecenlerde komik bir makale vardi (gerci belcikali olsam bayagi sinirlendirirdi bunu okumak -ya da belki de umursamazdim, simdi belcikalilar'i dusununce). Zamaninda Belcika'ni kurulmasinda gecerli bir sebep oldugunu, artik bu ulkenin varolma amaci kalmadigini, vazifesini yerine getirdigini falan soyluyordu. Peki bolunse nereden bolunecek, kim nereyi alacak asil soru o. Flaman bolgesi, Valon bolgesi, Bruksel ve de Turk mahallesi olarak dorde ayrilabilir bence. Yalniz Turk bolgesine girip cikarken pasaport kontrolu yaparlarsa kebap yemek zahmetli bir is haline gelebilir, o konuda biraz endiseliyim.

Aslinda buraya ilk geldigimde Flamanlar'a Valonlar'dan daha fazla sempatim vardi. Ama gorunen o ki zengin Flamanlar (issizlik oranlari Valonlar'in yarisindan az) issiz ve parasiz Valonlar'in sirtlarina yuk olmasindan bikmislar, adamlarin irkcilikta almis yurumus bir partileri var. Flaman bolgelerinde oturan arkadaslar irkci ve Ingilizce konusmayi reddeden komun calisanlarindan bayagi sikayetci.

Avrupa Birligi ulkeleri birlestirecegi yerde bolmeye basliyor. Normalde kuculdukce kendi baslarina ayakta kalamayacak ulkeler kulturel farklarinin daha fazla farkina variyor. Avrupa Birligi'nin guvencesinden dolayi. Kendi para birimlerini cikarmak zorunda degiller, aslanlar gibi yuro var. Ticarette herhangi bir AB ulkesi gibi davranabilirler. Orduya ihtiyaclari yok. Ekonomik olarak AB'nin korumasindalar, vs. Artik Belcika'ya ihtiyac yok, AB var...

is gezileri 2

Bir haftada 6 sehir. 4 tanesi Italya. Milan, Mantova, Castelfranco (Franco'nun kalesinin icinde yemek yemek iyi geliyor), Venedik. 2 tanesi Fransa. Paris, Dijon. Atalarima ozenip sol seritte gocebelige gectim. Bir yerde bir gunden fazla gecirmiyorum. Otellerin yerlisi oldum. Gocebelikle Ramazan'i elimden geldigince baristirmaya calisiyorum, simdilik fena gitmiyor. Kalabalik iftar sofralarini, ezani dusunup isimi daha da zorlastirmamaya calisiyorum. Bir yerden bir yere gitmek, icgudulerime gore (yani gps'siz) yol bulmakta ustalasiyorum. Tarzanca yol sorup Italyanca tarif almak hergun yaptigim seyler. Henuz '2 km sonra kime sorsan gosterir' diyen buyuk buyukbabasi Galata'dan gocmus Venedikli'ye rastlamadim. Haftanin en keyifli bolumu tekneyle Venedik kanallarinda yapilan gezinti.

Fransa, Air France hosteslerinin kaba ve muhtemel Turk dusmanliklariyla tatsiz bir sekilde basliyor. Kabaliga tahammul gosterebiliyorum bir nebze ama Turk pasaportuna kine katlanamiyorum. Ufak capta bir patlama yasaniyor havaalaninda, Fransiz ablalar adlarini vermemekte direniyorlar, sikayette bulunulmasindan pek bir tirsiyorlar. Fransa'ya karsi engel olamadigim bir onyarginin icimde buyudugunu farkediyorum, gidisi tersine cevirecek birileriyle karsilasmayi umuyorum.

Yol arkadaslarim caktirmadan hizli Ispanyolca kursuna kayit ettiriyorlar beni, her yemekte yeni bir Ispanyolca cumle kuruyorum. Haftaya resmi olarak Ispanyolca derslerine basliyorum.

amerika

En son yazdigimdan beri hayatimi ozetlemeyi 2 kelimeyle becerebilirim sanirim: Is gezileri. Bunlardan bir tanesi beni Amerika'ya ucurdu. NJ is gezisiyle Florida tatilini basariyla birlestirdim.

Amerika ucagina ilk adimimi attigimda etrafimdaki Amerikalilar'in bana ne kadar da yabanci oldugunu farkettim. Oysa bu ulkede o kadar uzun bir sure gecirdim ki. Sanirim burada ne kadar yasasam da bu adamlar bana hep baska bir gezegenden gelmis gibi gorunecekler. Aya adim atmakla bir ilgisi olabilir. Eski dunya - yeni dunya farki desem. Guney Amerikalilar'da boyle bir sey olmuyor. Birlesik Amerikanya vatandaslarina ozgu bir sey.

Bir yandan 6.5 sene yasadigim ulkeye tanidikliktan gelen bir yakinlik hissediyorum. Belcika'daki yabanciligimdan kurtuluyorum orada, yollarini, kisayollarini, dilini biliyorum. Bir yandan da kim bu insanlar, bu garip konusan, davranan, dunyanin geri kalanindan bu kadar farkli garip yaratiklar diyorum. Ucagin business kisminda blackberryli, gurultulu Amerikalilar arasinda Amerika'dan ayrildigima sevinir bir haldeyim.

Florida ise ayri bir hikaye. Kendini en guclu hissettiren duygu 'ulan amma uzun zaman gecirdim burada' diye haykiriyor. Tekrar orada olmanin verdigi huzursuzlukla, burada yasamanin rahatligina ozlem birbirine karisiyor. Hersey birbirine ne kadar yakin, yollar genis, yasam insani eblek eblek tembellestirecek kadar rahat. Baska bir sehirde, ulkede olduguma seviniyorum icten ice. Sevdigim insanlarin buradan yakinlara gelmesini bekliyorum. Sevdigim insanin yanima gelmesini bekliyorum.

6 sene tek bir sehirde yasamak icin cok uzun, eger kendi ulken, kendi sehrin degilse. Peki kendi ulkemde nasil olacak onu dusunuyorum. Istanbul'da 6 sene yasamak beni isyana suruklemez mi, bilmiyorum...

Pazar, Haziran 3

tek giris cok cikis belediyeye kayit esantiyonlu shengenistan vizesi

Evet, sonunda Belcika burokrasisinin bir engelini simdilik astim gibi. Belcika'ya calismaya gelenler icin vize durumu bayagi karisik. Hiyar herifler ilk giriste 3 aylik tek giris/cikislik bir vize veriyorlar. Ancak belediyeye kayit yaptirdiktan sonra ulke disina cikabiliyorsun (daha dogrusu cikarsin ama bir daha giremezsin). Ama bu belediyeye kayit islemi aylar surebildigi icin elin kolun baglanmis oluyor. Ozellikle de benim gibi ilk haftadan is seyahati yapmasi gerekenlerin. Baktik kaydi beklemek cok uzun olacak, sirket 2. bir vizeye basvurdu. Gecici cok giris/cikisli bir vize. Yani olma esegim olme. Artik tek vize de yetmiyor. O da guya 10 gunde cikacakti, geciktikce gecikti. Sonunda haber geldi, Cuma gunu atlayip gittim bakanliga. Simdi git ogleden sonra gel dediler. Ogleden sonra gittigimde vize mize yoktu ortada ilkonce. Tam hay sizin... demek uzereydim ki biraz akli calisan bir kiz pasaportumu alip iceride bir odaya girip 10 dakka sonra geri geldi. Pasaportumda uzerine mavi tukenmezle yazilmis bir adet Schengen vizesi vardi. Bu vizede problem cikmazsa Pzt gunu nihayet yola cikiyorum. Ilk seyahat Roma'ya, bir hafta oradayim. Roma'ya ilk gidis. Haftaici hep calisacagim icin gezmeye zaman olmayacak ama geziyi haftasonuna dogru kaydirdim, Ctesi gunu guzelinden bir Roma turu yapmayi planliyorum.

Pazartesi, Mayıs 28

Eve devam

Etterbeek de ne demek? Ett, Keltce'de hizli hareket demekmis. Beek de Flamanca'da su, dere falan demek. Bizim sirket de Strombeek'te. Al sana bir dere daha. Ama ben iki yerde de cimmeye cam bulamadim o ayri. Isim 12. yy'dan kalma, o zamanlar illa vardi bir seyler.

Evin oldugu sokak civil civil. Sokagin en gorkemli binasi Notre-Dame-du-Sacré-Coeur. Notre Dame, Meryem Ana. Sacré-Coeur da kutsal kalp oluyormus. Kiliseyi gorunce ilk bir korktum. Tamam Avrupa medeniyeti, yasadigin ulkeye uyum sagla, vs ama hergun can sesi biraz kasabilirdi. Neyse korktugum olmadi, Pazar gunleri arada sirada kendilerinden geciyorlar ama cift cam sagolsun cok canim yanmiyor. Iste kilisenin kulesi evden (yere yatinca) genis aci bu sekil gozukuyor.

Sokaktaki diger en onemli yer ise bizim durumcu. Side durum. Hayat kurtarici. Durumun icine 3 kofte atiyor, kizarmis patates, bilumum sogan, sebze. Gec saatte eve gelip de bir sey yapmaya mecal olmadiginda imdada yetisiyor. Isleten kuzenlerle de bayagi samimi olduk, arada fazladan 4. kofteyi de atiyorlardi durumun icine. Ama baktim yetmiyor bir yerden sonra duble porsiyon 6 kofte ile durumun fiziksel ve manevi sinirlarini zorlamaya basladim.

Ha bir de asagida salonun ilk hali var. Ikea kutularini gorunce icim bir tuhaf oluyor. Ikea uzerine daha sonra yazmam gerekecek galiba.

Pazartesi, Mayıs 21

Bruksel'de ev bulmak (ama internetsiz kalmak)

Insanin evinde internet olmamasi zor seymis. Bir aydir buraya bir sey yazamiyorum. Ilk zamanlarda internet kafelere gitmekten gina gelmisti. Simdi o yuzden gidesim yok, gittigimde yazasim yok. Iste ise hizli bir meyilleri okumak disinda internette bir sey yapmaya pek firsat olmuyor. Hala internete baglamadim evi. O yuzden su anda banttan yayin yapiyorum. Sonunda bu haftasonu zaman oldu, tasinacak mobilya, gidip bakilacak araba, vs olmadigi icin oturdum yaziyorum kendi bilgisayarimda, oradan hafiza cubuguna (bellek sopasi diyenler de var) transfer, oradan da internete bagli bilgisayara. Kendimi internetin ilk yillarinda gibi hissediyorum. Sene 69, UCLA'deyiz. Neyse.

Evet, nerede kalmistik. En son iskender falan yiyorduk galiba. Otelimin Turk mahallesine yakin olmasi ne kadar buyuk bir sansmis. Yoksa acligimi geceleri potibor ile bastirmak zorunda kalacaktim. Aksam isten gec saatte geliyordum. O saatte acik bir yer bulamazsin bu Avrupa'da zaten. Hay Turk lokantalarinin gozunu seveyim. Onlar olmasa geceleri ve Pazar gunleri ac kalacagiz. Evet, bir kafamdaki toparlayayim bakalim. Buraya geleli 1,5 ay oldu. En son yazdigimdan beri neler yaptim...

Uzun bir sure en buyuk onceligim kendime bir ev bulmakti ve ugrastim bayagi. Gazetelerdeki ilanlara baktim, Bruksel'de muhtemelen bir daha yolum dusmeyecek mahallelerde evler gezdim, internette evlerin uffacik fotograflarina bakmaktan gina geldi. Metroyla sehrin bir o tarafina, bir bu tarafina gidip evlere bakip bakip durdum. O kadar alistim ki ev bakmaya ev bulduktan sonra bir sure kendimi boslukta hissettim, ya bugun ev randevum yok muydu diye. Sagolsunlar isten anlayis gosteriyorlardi, ben de ogleden sonra erken cikip dolasip duruyordum. Fakat randevulari organize etmek icin ciddi ciddi bir sekreter ihtiyaci duyuyordum. Saat 4'ten 7'ye kadar yarim saate bir ev koymaya calisiyor, sonra kosturup duruyordum. Arada emlakcilar arayip bugun 4.45'teki randevumuzu yarin 3.35'e alabilir miyiz gibi taleplerle karsima ciktiklarinda cep telefonu elimde ucan tekmeler savuruyordum havaya. Artik hangi evin nerede oldugu, kac metrekare oldugu, kirasi, vs birbirine karisiyordu. Bir eve gittigimde hangi eve gittigimi bilmiyor, iceri girdigimde internette gordugum fotograflarindan haa diye hatirliyordum. Sonra sirket 3 haftaligina kolaylik olsun diye kiralik araba verdi de daha mobil hale geldim ama laf aramizda cok guzel de kaybolup durdum. Eminim yillar sonra Bruksel'in alakasiz bir mahallesinden gecerken 'aa ben burayi daha once gormustum' diyecegim.

Bir elimde harita, bir yandan gunesin hangi yonden battigina bakarak (agac govdelerindeki yosunlara bakacak kadar caresiz kalmadim hic) Kolombusculuk oynuyordum. Bu sayede onemli kesifler yapiyordum. Turkiye degil ki burasi durup 'bilader, buradan Merkez Camii'ne cikabilir miyim?' diye sorayim, 'soyle 150 m git, orada kime sorsan gosterir' diye cevap alayim. Zaten Fransizca eksikligini derinden hissediyordum. Ev sahipleri ve emlakcilarla Ingilizce olarak anlastim ya telefonda artik herseyi yapabilirim. Onumde Bruksel'in cadde isimleri listesi evlerin caddelerini harf harf soyletiyordum. Yalniz Ingiliz ve Fransiz alfabeleri birbirine karisiyordu. Kadincagizin teki bir seferinde 'bir daha gelmeniz gerekirse lutfen yaninizda Fransizca bilen birisini getirin' diye yalvardi adeta. Hatta bazi ev sahipleri Ingilizce'den o kadar korkuyordu ki direk cat diye telefonu suratima kapatanlar bile oldu. Bir aksam yine ev ziyaretinden cikmis, yakinlarda sans eseri bir donerci bulmustum. Girip koftelerimi ismarladim ve basladik sohbete. Zaten burada oldugum sure boyunca donercilerle bol bol muhabbet ettim. Muhendis olarak calismaya gelmem cok hoslarina gidiyordu. Memleketten yeni geldigim icin ayranin parasini almiyorlardi, vs.. Kac tanesiyle el sikisarak ayrildim. Bir tanesiyle sehrin bambaska bir yerinde karsilastim, adamcagiz hatirladi beni, ev buldun mu dedi. Neyse bu donerci de disaridaki bir ev ilanini gosterdi. Sahibi Ermeni, cok iyi bir adam, bir ara bakalim dedi. Az biraz Turkce de konusuyor galiba ama hemen Turkce ile girme dedi. Ben de aradim. Do yu spik Ingilish? dedim. Non dedi. Turkce? diye sordum. Adamcagiz acele bir sekilde 'Non!' dedi. Tesekkur edip kapadim. Ermeni evsahibim olamadiysa denemedigimden degildir anlayacaginiz.

Gordugum evlerin mahallelerinde dolasiyor, yeni evler kesfediyordum. Bu sayede cok ilginc evler gezdim. Ozellikle de cati kati odalari. Catidaki acili pencerelerden cevredeki evlerin tepelerini gormek ilginc geldi ilk once. Bir de asma kattaki yatak odalari, salondan daracik merdivenle cikilan. Ama sonra gecenin bir yarisi mutfaga su almak icin inerken surat ustu yere cakilma tehlikesinden korktum.

Bu arada ev sahiplerinden bol bol Turkiye anilari da dinledim. Tabii hepsi tatil anilariydi. Onyargiyla yaklasan olmadi, Turkiye'yi cok sevdiklerini soyleyenler oldu. Yeri gelmisken degineyim. Belcika'daki Turkler Almanya'daki Turkler'in genelinden farkli biraz. Genelleme yapmak istemiyorum ama buradakiler daha bir kaynasmis, tutunmus, is guc sahibi olmuslar gibi. Bir de buradaki Faslilar sayesinde elestiri sirasi Turkler'e pek gelmiyor sanirim.

Sadede gelecek olursak geze geze yasamak istedigim yerde karar kildim. Orada bir kac ev arasinda secim yaptim. Son secimin ev sahibinin Bruksel'e gelmesini beklemeye basladim, sozlesmeyi imzalamak icin. Sozlesmeyi imzalamadikca belediyeye (komun deniyor) kayit yaptiramiyordum, kayit yaptirmayinca Belcika disina cikamiyordum, cikamayinca onemli is gezilerim yalan oluyordu. O yuzden hafif stresli bir zamandi. Ev sahibi de gelmemekte israr ediyor, emlakci isi yavastan aliyordu. Sonunda rest cekmek zorunda kaldim, ertesi gun imzayi attik Mosyo Memet olarak. Mosyo Memet asagi, Mosyo Memet yukari, kulaga ilginc geliyordu.

Hic zaman kaybetmeden otelden pilimi pirtimi toplayip ayrildim. Otelde yasamanin insani yipratan bir yonu var. Bir gecicilik, sana ait olmayan bir zamani yasamak zorunda kalmak, yasadigin yerde gocebe olmak... Zaten yeni bir ulkeye, sehre gelmissin. Alismaya calisiyorsun, otelin geciciligi senin alismana en buyuk engellerden biri. Yani artik otel kusu degilim. Bir aydir kendime ait bir evim var.

Mahallenin adi Etterbeek.

Cuma, Nisan 6

bruksel'de iskender yemek

Benim Bruksel hikayem tereyagli iskender ile basliyor. Bircok insan farkli sekillerde bir giris yapmis olabilir ama ben 1,5 iskender yedim. Ilkonce hafif utandim. Yeni bir ulkeye, yeni kultur ve mutfaga geliyoruz yaptigimiz ise bak diye ama sonra Bruksel'in en iyi iskenderi oldugunu duyunca bosver dedim, Belcika'nin mutfagini kesfetmeye 2. gunden baslarim. Schaerbeek Turk mahallesinde Kargin restoran, benden soylemesi.

Ertesi sabah odamdan disari adimimi attim ve uzuun bir sure adim atmaya devam ettim. Bruksel'i yurumeye ayirdigim bu gunde bir devre arasi vererek 4 saat yurudum. Ilk once otelin tam kiyisinda oldugu Turk mahallesinde dolastim ve hicbir yabancilik cekmeden Turkce kuafor, kasap, firin isimlerine baktim. Fatih Camii, 3 evin icinden cikan bir minareydi ve her ihtimale karsi bir de yeminli tercuman vardi mahallede. Faydali dukkanlari hafizaya attim. Emirdaglilar Vakfi'nin (bilmeyenler icin not-Belcika'daki Turkler'in % 80'i Afyon Emirdag'dan-ilk kim gelmisse ondan cok iyi reklamci olurmus) onunden gectim, firindaki simitlere goz attim ve Turk mahallesinden cikarak sehrin gobegine dogru yol aldim. Daha 10 dakika bile olmamisti ki, birisi durdurup adres sordu. Baktim adrese, ingilisce olarak "bak dedim Rue Royale'in uzerindesin zaten, bu binanin numarasi 9, demek ki su tarafta bir yerde olmali gidecegin yer." Vay be dedim, dakka bir yol tarif ediyorum. Kendimi adeta buranin yerlisi gibi hissedecektim ki etrafima baktim ve hicbir yeri bilmedigimi farkederek yoluma devam ettim.

Etrafimdaki her yeni seye 360 derece bakmaktan boynum fazla mesai yapiyordu. Bir saat sonra gordugum yeni seylerin, binalarin, sokaklarin,heykellerin, kelimelerin gozumun onunden gecme hizinda herhangi bir yavaslama olmamisti. Cok calisinca insanin beyninde boyle bir agirlik olur ya ona benzer bir sey hissediyordum, yalnizca cok daha yogun. Cunku insan calisirken her saniye yeni bir sey ogrenmiyor, arada kaytariyor, yavasliyor, pencereden disari bakiyor, vs... Ama benim icin o an yavaslayabilmem icin gozlerimi ve kulaklarimi kapamam gerekiyordu. Hic bilmedigim bir dilin kelimeleri kulagimda takilip kaliyordu, bu sutunlu binalarin ne oldugunu anlamaya calisiyordum, fotografcinin vitrininde tanidik siyah-beyaz bir portre gordugumu farkedip 6-7 adim attiktan sonra geri yuruyup Ayhan Isik ile karsilasiyordum.

Insanin elinde harita bilmedigi bir dildeki sokak isimlerini okumaya calismasi yeterince zordur ama Bruksel'de komik bir durum var. Belcika'nin Fransizca mi yoksa Flamanca mi ikilemi buradaki sokak levhalarina (ve de ayrica fiyat etiketlerine, polislerin uzerindeki polis yazilarina, kisacasi herseye) yansimis. Buraya yerlesen insanlarin kendilerine ilk sorduklari soru acaba Fransizca mi ogrensem yoksa Flamanca oluyor. Sonra benim gibi "ulan ne yapacagim Flamanca'yi, Surinam'a yerlesecek halim yok ya" deyip Fransizca kursuna yaziliyorlar. Ama problem burada bitmiyor, her Fransizca yazinin altinda bir de Flamancasini goruyorsunuz. Volan bolgelerinde bu yalnizca Fransizca'ya donerken, Flaman sehirlerinde sadece Flamanca oluyor. Bruksel ise tarafsiz bolge secilen tam bir coban salatasi. Hersey Fransizca altinda Flamanca olarak geciyor(ya da tersi-bir durakta Fransizca ustteyse ikincinde Flamanca ustte, yani adamlar tam kasmislar).

Çarşamba, Mart 28

imparator gibisin

Bugun Turkiye'de son gunum. Yarin Bruksel'e dogru yola cikiyorum. Dun Kordon'da oturuyordum. Hava harikaydi her zamanki gibi. Oturup bir cay iceyim, bir daha ne zamana kismet olur dedim. Cay icip kitabimi okuyordum ki yine fal bakan ablalardan biri yanasti ve soyle dedi: "Imparator gibisin. Yabanciya benziyorsun. Bi falina bakayim. Kirma ablani." Kirdim ablami ve imparator gibi olmak uzerine biraz kafa yordum. Sonra agzima takildi soyle bir sarki:

Imparator gibisin.
Falina bakmak istiyorum.
Panayir gibisin.
Katilmak istiyorum.

Bir yerlerden esinlenmis olabilirim...

Bir de haftasonu Cesme'ye giderken yolda Teos taraflarinda gordugum bir koy vardi ki, insanin sular biraz isinir isinmaz Belcika'nin sogugundan kacip gelip bir denize giresi geliyor.


Ve son olarak Urla'daki Haci Turhan Kapan Camii'nin (16.yy) altigen sadirvaninin tavanindaki minyatur tarzi resim var. Ben hayatimda bir camide boyle soyut olmayan bir cizim gormedim. Urla limaninin hareketli zamanlarini gosteriyormus denildigine gore.

Pazartesi, Mart 26

adana kebap spor

Gormedigim ve merak ettigim sehirlerden biriydi. Madem gocebeyiz bu aralar, civi civiyi soker diyerek Ankara'dan Izmir'e Adana uzerinden gittik. Otobusten iner inmez otogarda ilk hosgeldini gezici caycidan aldik.

-Abi cay veriyim.
-Yok, sagol.
-Yok, abi vereyim.

Bir yandan da telefonla konusmaya calisiyorum, cayci abi de bunu lehine kullanmak icin elinden geleni yapiyor.

-Abi, icimden geldi verecem. Benden olsun.
-Seker istemez, iyi ver ver..

Daha fazla ugrasamadim. Ilik cayi fondipledim ac karnina. Biraz sonra 'benden olsun' diyen cayci bekledigim uzere geldi ve verdigim 50 kurusu begenmedi.

-Abi, 950 lira.

Adana'ya ilk gelisim. Etrafindaki butun sehirleri gormustum zamaninda, Mersin, Hatay, Antep, Maras... O yuzden de var bir heyecan. Gune Seyhan Baraj golune bakan manzarali bir yerde kahvaltiyla basladik. Gol eskiden sehrin kuzeyindeyken zamanla kuzeye dogru gelisen sehrin tam ortasinda kalmis, rengi nefis, dibi musti'nin dedigine gore balcik. Pek giren yokmus, tek tuk balik avlayanlar var. Cukurova Universitesi kampusu tepeden gole bakiyor. Gidip gorduk. Gencler, gol manzarasina karsi cay icip ders calisiyor ama golde herhangi bir aktivite yok. Insanin burada kurek takimina giresi geliyor.


Sehire indigimizde turist danisma gibi bir yer gorup girdik iceri. Ilk defa boyle bir yeri acik goruyorum. Hatta bol bol brosur de vardi. Ilk bilgileri oradan aldim. Adana ismi bir teoriye gore Uranus'un veledi Adanus'ten geliyor. Adanus oz kardesi Sarus ile buraya gelip sehri kuruyorlar. Sarus (Seyhan) ise altta kalmayip ismini bolgenin iki nehrinden birine veriyor. Bir diger inanisa gore Adana ismi Hititler'e kadar uzaniyor. Yildirim tanrisi Adad'i pek seven yore halki buraya Uru Adaniyya diyor, yani Ada bolgesi.

Buyuk saatin etrafinda gezmek ozellikle pek keyifli. Burada Kazancilar denilen bir yer var. Hala bir iki tane kazanci kalmis.

 

Buranin yakininda kiliseden cevirme Yag Camii (bir zamanlar onunde yag pazari kurulurmus) var ayrica. Roma sutunlari, kilise ve camii icice kaynasarak eklektik bir yapi olusturmus. Kilise kismi yuksek tavanli, icinde kirlangiclar yuva yapmis. Cami eklemesi basik tavanli ve bol kemerli. Ramazanoglu Halil Bey tarafindan yapilmis (1501).

 

Yakinlarda bilmeseniz kolay kolay bulamayacaginiz Asmaalti kebap evi var. Ben simdiye kadar kebap yedigimi sanirdim. Mezeler de bir o kadar lezzetli. Gunun ilk kebap-kunefe yuklemesini burada yaptik.

Biraz daha yuruyunce Seyhan'a geliniyor. Uzerinde Taskopru var ve Turkiye'nin bircok yerinde gorulen amator bir restorasyon calismasina kurban gittigi icin kapaliydi. Dunyanin halen kullanilan en eski koprusu. MS 2.yy'da Hadrianus (Roma) tarafindan yapilmis (brosurde MS 385 diyor ama hatali. Hadrianus MS 138'de sizlere omur)

 

Taskopru'nun hemen arkasinda Turkiye'nin en buyuk camisi Sabanci Camii var. 6 tane minaresi ile gercekdisi bir goruntusu var. Bana Age of Empires'daki Wonder'lari hatirlatti. Cami, neredeyse sehrin her tarafindan gorunuyor. Seyhan nehrinin kiyisi eskiden portakal bahceleriymis. Butun sehir zamani geldiginde portakal kokarmis. Sahibi uzun yillar direnmis, olunce belediyeye satilmis. Simdi park olmus. Ama insanin portakallari ozleyesi geliyor.

Gezinin ikinci turunda Tarsus ve Mersin vardi. Eshab-i Kehf yol uzerinde Anadolu'da benzerleri olan 7 uyuyanlarin magarasi (Kehf, buyuk magara demek Arapca'da, Eshab-i Kehf magara arkadaslari). Ben ilk Efes'te gordum. Efes'teki Hristiyanlar'in kabul ettigi ve uzerinde kilise olan magara. Eshab-i Kehf'e Kuran-i Kerim'in Kehf suresinde deginiliyor. 7 mumin icinde yasadiklari putperest toplumdan kacarak magaraya siginiyorlar ve burada 309 yil uyuyakaliyorlar. Dunya'da 33 yerde oldugu iddia ediliyormus. Turkiye'deki diger 2 yer, benim gordugum Tarsus ve Afsin. Afsinliler ve Tarsuslular arasinda bu konuda buyuk cekisme varmis.

Bir de yikik dokuk sutunlarla Mersin'deki oren yeri var. Gorseniz virane halinde. Peki buranin simdiki adi ne? Viransehir. Ne diyeyim yakisiyor valla...

Pazar, Mart 18

resmi kurumlar diyari

Dusundum de Turkiye'ye geldigimde beri bayagi bir resmi ve yari-resmi kurum dolasmak zorunda kaldim. Bir listesini yaptim.

1) 2 muhtarlik
2) 2 konsolosluk (bu hafta ucuncusune gidecegim)
3) Nufus dairesi
4) Karakol
5) Savcilik
6) Vergi dairesi

ve de son olarak

7) Noter

Ha bir de bir kac gun icinde Adalet Bakanligi'na gidecegim.

Aklimda ozellikle bir sahne kaldi. Kafka'nin Dava'sindan cikma gibi. Bu kurumlardan birinde. Bir belgeyi onaylatmak icin bir tarafa yonlendirildim. Karsimda masalarinda oturan ve aralarinda konusan 6 memur vardi. Ben onlara yonelince hepsi bir anda susup bana bakislarini cevirdiler. Gulumsemelerinden vazgectim, hepsi boyle 'of bu nerden cikti simdi' gibi bana bakiyorlardi. Bir anlik tereddutten sonra herhangi birine verdim kagidi, adam kaslarini yok diye kaldirip baskasini isaret etti. Ben de ona verdim. Bunun uzerine digerleri bir anda 'ohh biz degilmisiz' der gibi rahatlayip kendi aralarinda konusmaya devam ettiler. Garip bir durumdu. Icimden butun resmi kurumlari ozellestirmek geldi o an. Ya da memur sayisini 1/6 oraninda azaltmak. Sonra kagidi gidip birine daha onaylattim. Bu arada baska birisi bu olmaz, bunu veremeyiz diye el koydu elimdeki belgeye, daha basit bir sey verdi, vs, vs... D.Cuceloglu diyordu, gecenlerde bir konusmasina gittik. Bir resmi kurumda kim en fazla somurtuyorsa, o oranin en rutbeli bir insanidir. Kimse ustunden daha fazla somurtmaya cesaret edemez diye. Oranin en fazla somurtan insani el koydu elimdeki belgeye. Bidi bidi bir seyler dedi.

Neyse lafin ozu ben bu aralar cok resmi kuruma gittim. Konuyu degistirelim. Ha, bu arada ben Almanya'dan Belcika'ya transfer oldum. O da ilginc bir hikayedir. Kariyerim daha baslamadan yon degistirdi. Dolayisiyla blog'un adinda bir degisiklik yapmam gerekecek.

Son olarak bir de konsere gittim Izmir Caz Festivali'nde. Musica dal Vivo diye. Belcikali bir grup (valla ozellikle ayarlamadim, denk geldi). Adamlardan biri Italyan kokenli. Belcika'daki butun Italyanlar ya Fiat ya Alfa Romeo kullanir dedi (Belcika'daki Turkler'in Dogan SLX ithal edecek halleri yok ya hepsi Mercedes kullaniyor). Adamin bir tane ufak Fiat'i varmis, 3 kisilik grup onunla turneye cikiyormus. Adam, Fiat'ina bir sarki bestelemis. Diger adam Italyan sosislerine bir sarki bestelemis. Boyle bir seylere adanmis gayet keyifli sarkilar dinleye dinleye konserin sonuna geldik.

Onumuzdeki hafta Bruksel'e tasinacagim. Bundan sonraki izlenimler Belcika'dan yani, Almanya'dan degil bizden soylemesi. Hanover mazide kaldi...

Salı, Mart 13

Allianoi

Ikinci bir Zeugma olmaya aday Allianoi'ye bu haftasonu bir ziyarette bulunduk. Allianoi, Bergama'ya 18 km uzaklikta Pasa Ilicasi denilen yerdeki antik sehrin adi. En hareketli oldugu zaman Roma donemi ama termal havuzlari Hellenistik donemden Osmanli'ya kadar kullanilagelmis. Istenilse hala kullanilir. Sicak suyun oldugu havuza girdigimizde ~47 derece sudan yayilan buhar fotograf makinasini bayagi bir zorladi.

 

Benim gorebildigim 2 tane sicak havuz, bir de soguk su "şok" havuzu var ana ilicanin oldugu yerde ama cok yeni bir kazi. Henuz hicbir sey ortaya cikarilmamis neredeyse. 98'de kaziya baslanmadan once tam havuzlarin oldugu yerin uzerinden Bergama-Ivindi karayolu geciyormus. Simdi yolu 100m kaydirmislar. Yolun kuzeyi, guneyi daginik kazi yerleriyle dolu.

Bir de unlu nymphe heykeli var oradan cikarilan. Simdi Bergama muzesinde. Havuzlara karnindaki delikten su akiyormus. O kadar gercekci bir heykel ki! Elindeki tasi tutus seklinden dolayi karin kaslari kasilmis, ayagina verdigi agirligindan ayak tirnaklari parmaklarinin icine girmis.

 

Bircok kazi yerinde oldugu gibi burada da toprak ustune cikarilan sutunlarin arasi suyla dolmus, kurbaga cennetine donmus. Turkiye'de kazilar arkeoloji ogrencilerinin tatil oldugu yazin yapilabiliyor ancak, onun disinda boyle bombos duruyor. Baska ulkelerdeki en ivir zivir, 19. yy'dan kalma "tarihi" eserler bile neredeyse cam fanuslarda sergilenirken bizdeki kalintilarin boyle basi bos, yikik dokuk, kimsesiz hali aslinda insana daha bir tarihle icice oldugu hissini veriyor dolasirken ama olan da tarihimize oluyor.

 

Anadolu'da nereye baraj yapilmaya kalksa golun altinda kalacak tarihi yerlesim yeri vardir elbet. Ya da belki ozel bir caba gosteriliyor olabilir. Arastirmak lazim.

Pazartesi, Mart 12

şehirden kaçış

Calisma iznini beklerken biraz gezip dolastiktan sonra kendimizi Urla'da pastoral tatlara biraktik. Asagida bahceden cesitli manzaralar. Ilk sirada huzunlu kopek Hıdı var.

 

Sonra top ve oyun manyagi Seker, kaslarini dikmis tenis topuna bakarken.

 

Yeni yumurtadan cikmis civcivler civ civ diye tavugun pesinden kostururken.

 

Bu arkadas da bahcenin en kabadayi karakteri hindi Bilo. Eskiden de asabiydi ama disi hindi geldikten sonra bir havalara girdi ki yanina yaklasilmiyor. Fotografta da goruldugu gibi degnekle guvenli bir uzaklikta tutmak gerekiyor. Asagi bahcede oldugu icin pek karsilasmiyoruz ama karsilastigimizda da gulu gulu gulu sesleri ve degnek saklamalari eksik olmuyor.

 

En son olarak Bilo kankasi tavuskusu Mihir ile. Mihir'in butun isi disi tavuskusuna hava atmak. Ama tuylerini kabarttigi ciftlesme dansi gercekten gorulmeye deger. Tabii bu arada disi tavuskusu otlamaktan basini bile kaldirmiyor o ayri. Erkek milletinin dogadaki hali icler acisi. Saptamami dogayla sinirlandirarak kendimi kisir bir tartismanin icine sokmamis oldugumu saniyorum. Mihir'in bir diger meraki ise evin camlarinin onunde dolasip durmak. Kendi aksine hayran hayran bakiyor demek istiyor insan ama bunun icin biraz daha gelismis bir zeka gerekiyor diye arkadaslarla tartismistik zamaninda. Diger teori camda kendine arkadas gorup ona bakiyor. Artik ne kadar akilli oldugunu bilmiyorum ama hisli bir arkadas oldugu kesin. Cunku aldigim duyumlara gore hindi Bilo bahcede birine saldirdiginda Mihir hemen mudahele edip araya giriyormus. Daha bana denk gelmedi. Simdiye kadar Bilo ile hep kendim mucadele vermem gerekti...



Son bir haber de disi tavuskusundan. Yakinda doguracakmis gibi bir havasi oldugu icin (demek ki Mihir bosuna tuylerini kabartmiyormus) yuvasina ot takviyesi yapmak gerekiyordu. Aldim elime oragi ve uzamis otlardan bicmeye gittim. Oragi havaya kaldirip indirdigimde hisir hisir kirpilan ot sesleri ahenkle yankilaniyordu bahcede (biraz abarttim). Isin teknigini kisa zamanda kavradigimi zannediyorum. Boylece yaptigim islere orakla ot bicmeyi de eklemis oldum. Sirada Gronland'i kizakla gecmek ve son gunlerin moda sporu olan lazboard yapmak var.

Cuma, Şubat 2

goz gore gore sobelendik

Sanal alemde bir sobe furyasi esiyor ki sormayin. Sobelenen, kendisi hakkinda 5 sey yaziyor, itiraflarda bulunuyor ve de baska bir kurban secip sobe! diyor. Ben de yeni sobelenenlerdenim. Ee o zaman baslayalim.

1. Ben
Kendim hakkinda konusmak beni huzursuz etmistir. Soyleyim boyleyim demektense kesfedilmek hep daha cekici gelmistir. Tabii kesfeden yakin insanlar oldugu surece. 5 dakika once tanistigin ve de ozellikle cok hosuna gitmeyen biri 'biliyor musun sen yumurtayi rafadan yersin ve de bence en asil duygularin insanisin' deyince bu dogru olsa bile killanmamak elde degildir. Tam burada aklima bir anekdot geliyor -aha konuyu dagitiyor, kendinden baska bir yerlere cekiyor, sobe!- Bodrum'dayiz. Yeni tanistigimiz insanlarla Bodrum sokaklarinda yuruyoruz. Umit(bak yine soz hakki dogdu), yaninda 5 dakka once tanistigi kizdan soyle bir saptama aliyor: "Umiiit, bence sende hic maceraci ruhu yoook!" Umit dumura ugruyor, ben kahkalarla yere kapaklaniyorum ama olan oluyor, hasar bir kere veriliyor, Umit hayatinin geri kalaninda bu onulmaz yarayla yasamak zorunda kaliyor, unutmasina imkan verilmiyor. Zira ne zaman bir araya gelsek "Umit, hatirliyor musun, Bodrum'da bir kiz..."
Ama ne kadar kendinden bahsetmekten hoslanmasa da her insan kesfedilmeyi bekliyor biraz, her insanda kendini dunyaya anlatma ihtiyaci var. Her yazar kendinden basliyor anlatmaya. Isin sirri o zaman insanin dolambacli yollarda yurumesi, herseyi caat diye soylememesi. Ha, bu arada bende acayip macera ruhu vardir, benden duymus olmayin...

2. Buyuyunce basbakan olcam.
Olacagim, baska caresi yok da nasil olacak onun yolunu hazirliyorum. Daha ufacik bir velettim, gazeteciler gelmisti, bu Anadolu Liseleri sinavi denilen sey vardi o zamanlar, buyuyunce ne olacaksin diye sormuslardi. Politikaya atilacagim demistim. Ertesi gunku mansetler: Buyuyunce basbakan olcam! Ozal benden korksun, vs... Gazetecilerin haber ve manset hazirlarkenki hayalguclerinin sinirsizligina o zaman sahit olmustum. Bu olaydan bir iki sene sonra da biz ortaokuldan 3 yatili arkadas haftasonunu Izmir'de ailelerimizle gecirmis, ucakla Istanbul'a okula donuyorduk. Altay maci sonrasi Istanbul'a donen Besiktas takimi ile ayni ucaktaydik. Ucaktaki gazeteciler gelip bir fotografimizi cekti. Sonraki gun haber soyle diyordu: "Harcliklarini biriktirerek Besiktas'in Altay macini izlemeye giden 3 kafadar hicbir maci kacirmiyor." Ulan, nasil bir harclikmis ki bu 12 yasinda harcliktan biriktirdigimiz parayla Besiktas'in butun deplasman maclarina ucuyoruz. Neyse, lafin kisasi siyasete atilacagim. Bunu duyunca ilk sorulan soru soyle basliyor: Bugunku partilerden... Yok, kardesim, yok, parti marti yok, secimlerde hangi partiye oy verecegimizi bile kara kara dusunuyoruz. Ayrica su delege sisteminin de bir degismesi lazim. Olmasi, oldurulmasi gereken cok sey var. Uzerinde calisiyorum...

3. Buyuk buyuk dedem Cengiz'in amcaoglu
Otostopcunun galaksi rehberinde belediye yikim ekibindeki adam Cengiz Han'in soyundan geldigini bilmiyordu. Neden ordularla onune gelen koyleri yakip yiktigi hayaller gordunu anlamiyordu bu yuzden. Benim de genlerimde boyle yikici, kizgin bir komutan var. Ozellikte Turkiye'de sokakta yururken hissettiriyor kendini. Kontrol altinda almak icin insanustu bir caba gosteriyorum. Eskiden sakin, hayatta sinirlenmeyen arkadaslara cok imrenirdim. Sonra farkettim ki benim durumumdan kazanilacak cok sey var. Onu kontrol altina almaya calismak cok sey kazandirdi bana. Hem yaraticilik, hem yikicilik var o gende.

4. Izmirliyim mi ki?
Ailem 18 senedir Izmir'de. Ben 2 sene ilkokul okudum Izmir'de, sonra universite sonuna kadar Istanbul'daydim. Istanbul'dan baska bir sehir yoktu benim icin yillarca. Ama sonra Izmir de agir basmaya basladi. Istanbul'daki insanlar, kesmekes ustume ustume gelince. Istanbul'dan vazgecmek mumkun degil, Izmir ise bana huzur veriyor. Izmir'de Urla, tepede camliklarin altindan, kekik kokularin arasindan, Ege'yi goren bir manzaraya bakarken ulan burada yasanilir valla dedirtiyor. Ankara dogum yerim. Bir turlu isinamadim ama seveni cok. Ankara'yi seven birini sevince goze ister istemez daha bir sempatik geliyor. Bundan sonraki duragimiz ise Avrupa'nin Ankarasi denilen sehir gibi gorunuyor.

5. Hep bir seyler eksik kaliyor.
Evet, oyle oluyor. Hic tam olmuyor. Hep yanina gelip cok fena iskaliyorum. Bazen boyle cok yakinimdan bir seyin gectigini, ulan bir turlu yakalayamadigimi hissediyorum. Tatmin duygusu korkutucu geliyor. Tatmin, kabullenmenin obur adi. Bazi sabahlar sabahin korunde beni cin gibi kaldirip etrafta dolandiran o tatminsizlik. Eger bir gun yazarsam o iskaladigim seye biraz daha yakinlasmak icin olacak. Bana huzur veren o huzursuzluk.

Valla camlak comlek patladi galiba...

Pazar, Ocak 28

gocmen hayati

3 bavul elbise getirdik, tabii kitaba mitaba yer kalmadi. Okunabilecek bir kac bir sey var. Aman baslarina bir sey gelmesin diye her turlu onlemi aldik tabii...

alamanya - 2

Biz simdilik Almanya'dan devam edelim. Almanlarla ilgili ilk saptamalar.

Biraz sinirli gibiler. Ingilisce'de uptightness denilen bir kasinti hali var. (Umit kendi tango macerasindan bahsederken iyiydim, Almanlar'da gorulen die Hemmung yoktu diyor) Dansetmeye engel o kasinti, kutuk gibi olma hali gunluk hayata yansiyor. Kural deyince akan sular duruyor. Ilk sabah otelde kahvalti ediyorum. Kahvaltilik malzemelerin yaninda ufak bir firin var, icinde sandvic ekmekleri isiniyor. Bekliyorum, bekliyorum bir hareket yok. Heralde sicak tutmak icin koymuslar deyip firinin kapagina dokunmam ile birlikte o zamana kadar gayet nazik olan resepsiyoncu kiz bir anda canavar kesiliyor. Sen nasil acmaya kalkarsin firinin kapagini, onu ancak ben acabilirim diyor. Biraz sonra ekmekleri cikarip burnundan hala sicak alevler ufler bir halde getirip bir tane veriyor: Bitte! Yav kardesim nedir derdin diyorum. Daha ilk gun oldugu icin fazla tepki vermiyorum. Ikinci gun sirketin resepsiyonunda bir adrese bakmak icin harita istiyoruz. Gorevli kadin kocaman bir Almanya haritasi getiriyor. Sonra da ekliyor: Bu burada bakilacak, bir yere goturmeyin! Ulan iyi ki kici kirik bir haritaniz var. Adamlarda oyle bir ilkokul ogretmeni havasi var ki sormayin.

Bruksel'den Hanover'e geri dondukten sonra kar yagiyor. Yilin ilk karina selam edip kaldirimda buzun uzerinde bisiklete binenlere, karda kista bebeklerini bebek arabalarina atip dolasan annelere afferin diyorum. Insan boyle bir iklimde yasayinca adapte olmasi, rahatlik alaninin sinirlarini biraz daha genisletmesi gerekiyor. Ama ayni karli soguk sartlarda memleketimde insanlar evde televizyon karsisinda olurlardi gibime geliyor.

Sokagimin basinda bir pastane/firin var. Sabahlari orada krosanla kahve goturuyorum. Almanya'da kahve deyince aklima seneler once buraya staja geldigimde, inanilmaz yorucu ilk gunun ardindan fabrikadaki bir amcamin gecici olarak kaldigim evinde sabah ictigim kahvenin tadi geliyor. Hala unutamadim o kahvenin tadini. Bir seyin tadi tabi cok goreceli ve insanin durumuna, ruh ve yorgunluk haline gore cok degisken bir sey. Her sabah kahve icmek yoruyor biraz. Turk marketinden kasar, marmarabirlik hiper zeytin, pide, fistikli tahin helvasi aliyorum. Bir de sallama cay.

Cuma aksami sokagin basina pazar kuruluyor. Karavanlarla manav, sosisci, peynirci, vs geliyor. Suratsiz kadin manavdan mandalina ve armut aliyorum. Aralara curukleri doldurdugunu ve kendisinden ilk ve son alisverisimi yaptigimi farkediyorum. Yunan amcamdan otlu beyaz peynir ve yesil zeytin aliyorum. Simit sattigini gorup 'bunun adi ne?' diye soruyorum belki simitikos falan der umuduyla. Susam halkasi diyor. Zaten kalamara da kizarmis murekkep baligi halkasi diyorlar, ne beklersin...

Umit'ten bir anekdotla bitirelim. Almanya'da fabrikalarda makinalarin calismasini, prosesi daha verimli hale getirecek iyi fikirlere bayagi para veriyorlar. Iscileri, muhendisleri bu konuda ozendiriyorlar. Umit'in amcaoglu da fabrika'da calisiyor burada. Bir gun ise gelmeyen Alman isci arkadasinin kimligiyle Umit'i gizlice fabrikaya sokup getirip kendi makinasinin basina oturtuyor. Umit sen izle bu makinayi, guzel bir fikir bul, fabrikanin verdigi parayi da kirisalim diyor. Umit de benim gibi makina muhendisi, burada doktora yapiyor. Aklina bir sey gelmiyor tabii. Amcaoglu'nun gunun sonundaki yorumu: "Sen bosuna okumussun, Umit!"

alamanya

Yillar sonra ilk defa adim atiyorum bu ulkeye ve uzun bir gumruk sirasinda buluyorum kendimi. Yillardir burada yasayan Turkler'in gumruk polislerinden hala ne kadar cok korktuklarini goruyorum. "Biraz once birini goturdu polisler. Acaba neden?" diyorlar. "2 paket sigara var, al birini sen tut. Bir sey derler simdi" diyorlar. Siralarin ilerleme hizini yakindan takip edip siradan siraya transfer oluyorlar. Ve tam bu arada Almanya'daki hemserilerimize fazla elestirel yaklasmamaya, hosgorulu olmaya karar veriyorum. Almanya'ya gidecegimi ogrenenler hic istinasiz ilkonce Avrupalilar'in Turkler'e karsi ne kadar on yargili ve irkci oldugundan yakindiktan sonra mutlaka soyle bitiriyorlar: "Ama cok haksiz da sayilmazlar. Oradaki Turkler'i gorsen..." Insan bir ise onyargiyla baslayinca karsidaki agziyla kus tutsa pek fayda etmiyor. Benim simdiye kadar Avrupa'daki Turkler'de gordugum seyler pek olumlu olmasa da bastan bir genelleme yapmamaya karar veriyorum.

Bir ucak insana 2 polis ayirdiklari icin bir saat bekledikten sonra gumrukten geciyorum. Bavullar coktan donmeye baslamis. Hafif stres oluyorum. Ve korktugum basima geliyor. 3 tane bavulumdan bir tanesi kayip. Sahipsiz bavullardan bir tanesinin benimkinin kucuk bir kopyasi oldugunu farkedip 'ulan acaba bunun sahibi karistirip benimkini almis olabilir mi?' diyorum ama bavul neredeyse benimkinin yarisi. Kayip burosundan sonra atlayip gidiyorum otelime. Ertesi gun Umit geliyor bir saat mesafedeki Clausthal'dan. Kayip bavuldan bu sirada haber geliyor. Bavulumu kaciran amcam havaalanindan arayip 'ne yapayim bavulunu' diye soruyor. Bu arada bavulun uzerinde babamin Turkiye'deki telefonu oldugu icin gece onu arayip bizimkileri de strese sokmus. 'Birak oraya, ben gelir alirim' deyip kapiyorum telefonu ama acaba 'bekle beni gelip sana da bir bakayim' mi deseydim diyorum kendi kendime.

Bu ufak maceradan sonra sira asagi Saksonya'nin sirin ili Hanover'i gezmeye geliyor. Sehir meydaninda dolasiyoruz. Sicaklik -5'lerde. Benim Izmir'den ayrildigim gun orada sicaklik 21 dereceydi. Adapte olmakta zorlaniyorum. Atki matki kapiyorum her tarafimi. Hanover'de Umit'in akrabalari var. Ilkonce Umit'in abisiyle tanisiyoruz. Seviyor beni. Ayrilirken sefkat dolu bir saplak atiyor. Bu Hanover Turk cemaatine kabul gordugum anlamina geliyor!

Hemen Sofra Turk lokantasina gidiyoruz. Herkes cok sicak. Heralde duzgun aksandan insanlar Turkiye'den oldugumu anliyorlar, saygili davraniyorlar, ya da ben kendi kendime oyle oldugunu sanip seviniyorum. Muhendis oldugumu ve burada calismaya geldigimi ogrenince ise 'gogsumuz kabardi' diyorlar. Hosuma gidiyor. Yaslilar iyi konusuyor Turkce'yi. Gencler anliyor, hafif stres oluyor, boluk porcuk bir sey diyorlar. Bir sonraki kusakta Turkce'den bir eser kalmayacagini farkediyorum. Onyargili olmama kararima ragmen ozellikle Turk gencler arasinda oyle tipler goruyorum ki yargilamadan kendimi alamiyorum. Bana kaybolmus ve kimligini bulmaya calisan bir kusak gibi geliyor.

Almanca kelimeler inanilmaz bir hizda geri geliyor. Yeni bir yere tasindiginda insanin beyni karsi koyulmaz bir hizla calisiyor. Etrafta ucusan kelimeleri yakalamaya calisiyorum, derdimi anlatmaya calisirken coktan unuttugum cumleleri hafizamin bir kosesinden cekip cikartiyorum, tren duraklarini ezberliyorum, ne yemek yiyecegim, nereden alisveris edecegim, hangi internet kafesinden telefon edecegim derken geldikten bir gun sonra kendimi baska bir ulkede buluyorum. Belcika.

Cumartesi, Ocak 20

yine katlettiler

93 senesine gidiyor aklim. ugur mumcu'nun olduruldugu zamana. 24 Ocak. Aklimdan cikmiyor. 16 yasinda idealist bir gencim, hissettigim caresizlik duygusunu unutamiyorum ve kizginligi. Haftasonu AKM'de Ugur Mumcu'yu anma gecesine gitmistim, cikista paltoma igneyle tutturulmus fotokopi Ugur Mumcu fotografiyla otobuse binmistim sonra. AKM'de etrafimda benim gibi fotografli bir suru insanla ne kadar da coktuk biz, otobuste ise tek basima nasil boyle azaldik, kim bu ilgisiz, isinde telasinda insanlar diye bir anda kendimi yapayalniz hissettigimi de unutamiyorum.

Dun de Hrant Dink'i oldurduler. Zamaninda Ahmet Taner Kislali gibi, Bahriye Ucok gibi. Olum karsisinda her sey anlamini yitiriyor. Ilk anlamini yitiren ise soz oluyor. Kaba kuvvetin kallesligi karsisinda soz yitip gidiyor. Dusuncelerini dunyayla paylasan bir insanin 3 mermiyle bir anda yitip gitmesi gibi. Ee o zaman anlamli bir seyler yapmaya ne gerek var diyor insan. Yaptigin sey hosuna gitmeyen zorbalar, her an gelip namluyu dayayabilir ensene ya da sirtina.

Gazeteleri okuyorum. Hayat hikayesini yazmislar. Askerligini beraber yaptigi butun arkadaslari cavus yapilirken o yapilmamis, askerligini er olarak bitirmis. Aklima hemen kendi askerligimdeki Ermeni sorunu semineri geliyor. Arka sirada oturan iki askerin 'zamaninda bunlarin hepsini temizleyecektik, o zaman simdi bu kadar agrimazdi basimiz' deyisi. Temizleyen kim? Senin buyuk deden. Senin eline bugun tabanca verseler gidip oldurur musun onune cikani, basimizin agrisini dindirebilir misin? Temizleyecektik hepsini derken sanki uzaylilardan bahsediyor. Bir adami, kadini, cocugu, insani oldurmeyi hayal edebiliyor mu? Yapabilir mi gercekten? Bugun de gorduk ki cok kolay yapiliyor ve soz o noktada bitiyor, susup kaliyorum agzina sicayim.

Perşembe, Ocak 18

t.c. kimlik no'su

Gelelim bir diger onemli konuya. T.C. kimlik no'lu nufus cuzdani cikarma islemine ilkonce muhtardan baslamak gerekiyor. Sonra nufus mudurlugune gidip sira numarasi sirasina girmek, sira numarasi sirasina aradan kaynak yapanlara karsi kararli olmak, sira numarasini alinca onunde 200 kisi oldugunu farkedip gidip 2 saat dolasmak gerek. Geldiginde sistemin coktugunu ogrenip ertesi gun ayni islemleri bastan tekrarlayip eger sistem yeniden cokmezse gicir gicir nufus cuzdaniniza kavusabilirsiniz. Herseyini internetten halletmeye alismis ya da sirada 1.5 saat bekleme olgusuna yabancilasmis arkadaslara yeni nufus cuzdani cikarmalarini hararetle tavsiye ederim.

Neyse burokratik islemler burada bitmedigi icin bir de gidip karakola kayit yaptirmam gerekiyordu kaydimi Istanbul'dan Izmir'e getirmek icin. Karakollarimizin atmosferini ozledigim iyi oldu, beni azarlamak icin elinden geleni ardina koymayan bir polis ablamizla aramizda soyle bir diyalog gecti:

-Bu belgeler hic dogru gorunmuyor.
-Neden? Nedir dogru gorunmeyen.
-Bilmiyorum. Hic inandiri degil.
-???
-Bu ne belgesi, bu ne?
-Tapu.
-Peki al, imza atiyorum ama hic inandirici degil.
-Olur aldim.

Durumu daha sonra muhtarla paylasinca bu sefer de onun karakol komiserini arayip kadin polisi sikayet etme girisimine sahit oldum. Bu karakol sorunsalina bir tanidigin getirdigi cozum ise bayagi pratikti, dinleyelim: "Benim kayit islemi icin Abdi'yi gonderdim ilkonce. Kendisi gelsin diye geri yollamislar. Bu sefer Abdi'yi bir kutu baklavayla gonderdik. Imzaladilar belgeyi. Boyle ufak seyler icin karakola gidip sinirlenmeye, uzulmeye gerek yok."

Belki de Turkiye'de saglikli ve huzurlu yasayabilmek boyle fistikli baklava kutusunun icinden geciyor. Bosver demedikce her gun sokakta ve trafikte ortalama 12 kisiyle kavga etmek icten bile degil ki degmez. Yoksa karsimda adam gibi konusan bir polis olsa niye baklavaya para vereyim, giderim pasa pasa karakoluma. Kardesim Beyoglu'nda karakolun oldugu sokakta oturuyor. Oturmaz olsaydi. Sokak, Beyoglu'nda baska hicbir sokakta olmadigi kadar it kopuk dolu -sanki orada polis, karakol yok-, polisler taramalilarini insanlarin gozune soka soka etrafa kotu kotu bakiyor. Karakol olmasa kendimi daha guvende hisserdim o sokakta. Yakinda beni halki polisten sogutmakla suclayacaklar ama zaten cok soguk olan bir seyi sogutmak da o kadar kolay bir sey degil. Tamam calistiklari kosullar belli ama mazaret mi bu insanliktan cikmak icin?

Salı, Ocak 16

izmir

Gelelim keyifli konulara. Dun yuruyordum Izmir'de. Yandan sokak saticisinin sesini duydum:

-Kebubeahha!

Bu ne ya, hangi dilde diye merakla donup baktim. Kestaneciymis ve aslinda soyle diyormus: Kestane kebüb!

Ozledigim aktivitelerden bir kacini yaptim Izmir'de. Ayakkabi boyatmak ve berbere gitmek gibi. Sonra ver elini Kordon. Kordon bana Angelopoulos'un filmlerini hatirlatiyor. Orada gordugum kadariyla Selanik Izmir'e bayagi benziyor (zamaninda yunan bir kiz bana cok kizmisti, 'biz Tesoliniki'ye Selanik diyoruz' dedigimde). Oturup deniz kenarinda elma cayimi ictim. Burada sokaktaki sesler cok hosuma gidiyor. Amerika'nin kucuk bir sehrinin merkezinde bir kahvede oturup da sessizlikten bunalip hasret kaldigim sesler: Insan, marti sesi (martinin teki cok yakinima zicti. etrafta piyangocu gormedigim icin vaziyetin cok tehlikeli olmadigina kanaat edip rahatladim ve oturmaya devam ettim), cay kasigi sesi, badem ezmeci, muzik derken adamin teki arabasinin alarmini kapamayi bir turlu beceremedi ve ben de seslere bir sure ara vermeye karar verdim...

dijital araba cekme

Ulkemizde bir yenilige daha sahit oldum bugun. Dijital araba cekmeye yollarimizda ve kaldirimlarimizda bundan sonra siz de rastlayabilirsiniz. Olay soyle gerceklesiyor. Bir gorevli cekilecek arabaya halatlari gecirirken digeri de dijital fotograf makinasiyla arabanin suc mahallinde fotografini cekiyor. Bu sucunu inkar eden araba sahiplerini utandirmak ve ellerini cebe atmalarini kolaylastirmak icin dusunulmus olabilir. Ama ayni zamanda ceza odeme islemi sirasinda ufak bir ucret karsiliginda araba sahiplerine hatira fotografi da verilebiliyor olabilir kanimca ki durum boyleyse trafik ekiplerini bu girisimcilik ruhundan dolayi kutlamak gerekir. Bu sayede cuzdanindan fotograf cikarip gostermeye meyilli adamlarla kendimizi soyle muhabbetlerin icinde bulmamiz muhtemeldir:
-Bak bu en kucuk oglan, bu da ablasi seneye universiteye basliyor.
-Bu ne abi?
-Ha o bizim dogan slx gecen sene Kordon'da cekilirken.
-Sen de kaldirimin tam orta yerine parketmissin, helal olsun!
-Evet ama dogan'i satip Ford Tourneo almak istiyorum, yilin van'i secilmis Avrupa'da
...
Uzatmak mumkun.

istanbul 2

 

12-23 yas arasini gecirdigim sehirde yillar sonra dolasirken tekrar tanimaya calisiyorum onu. Pinhani, "istanbul'da neyim var. ne kaldi ki kalabaliktan" diyor. Adeta kiskaniyorum bu sehri. Universitede okurken sevdigim semtlerin her kosesini bilirdim. Bazi yerlerde dolasmadigim ara sokak kalmamisti. Kimsenin normalde gecmedigi yerlerden yurumeyi severdim. Beyoglu'nun, Cihangir'in simdi her kosesine kafeler acilmis, o zaman sadece firin, bakkal, vs olan arka sokaklari, Portakal yokusunda bacalarindan gokyuzune pufur pufur kara soba dumani yayilan derme catma evlerin aralari, Tahtakale'den Sultanahmet'e daha once hic cikmadigim bir yokus bulmaya calisirken onume cikan icinde kuyumcularin, gumusculerin, vs oldugu han avlulari... O zamanlar benim sehrimdi. Simdi ise eski bir sevgili gibi, hem cok yabanci, hem de ansizin cok tanidik.

 
Posted by Picasa

Salı, Ocak 9

istanbul

Icinde yasayan insanlara ragmen guzel mi hala Istanbul? 3 kisi bir araya gelince ayni seyler tartisiliyor. Saygisizlik, duyarsizlik, nezaketin zayiflik kabul edildigi, herkesin yuzsuzce uste cikmaya calistigi sehire kendini kabul ettiren bir "burasi dag basi" kulturu. Insan yurtdisindan gelince kendine kendine diyor ki, dikkatli olmak lazim, Amerika'da, orada burada soyle medeni, boyle guzel, buralar ne kadar ilkel deme simarikligina kapilmamali, kendi memleketine bu kadar yabancilasmamali.

Ama yabancilasmamak mumkun degil memleketin bu haline. Buna alismak, olanlara gozunu kapamak insan onuruna aykiri. Kabullenmektense yabancilasirim bu ulkeye... Bir yandan cep telefonuyla konusup bir yandan kirmizi isikta gecerken yasli teyzeye carpip bir ozur bile dilemeden hala yoluna devam etmeye calisanlara, koyunde akrabasi hastaneye kaldirilinca Fransa'dan apar topar ucakla gelen, saskin, ne yapacagini bilmeyen kadincagizi azarlayan havaalani calisanlarina, sokakta onlerinde olan zorbaliklara korktuklari icin ses cikarmadan yoluna devam edenlere yabancilasmazsam kendime yabancilasirim.

Ee o zaman nasil donecegiz biz bu memlekete? Donersek nasil mutlu olacagiz? Donmezsek mutlu olamayacagimiz 6 senedir yasadigimiz hasretle belgelenmis, onu sorgulamiyorum. Arada sirada dolastigim sokaklarda guzel bir muhabbetin icinde de bulmasam kendimi iyice umutsuzluga kapilacagim. Ben dogrudan gelemedim memlekete. Simdilik yapabildigim sey ancak yakinlasmak. Esyalarimi toplayip arabalarin tamponlarinda hala "support our troops" yazan Amerika'yi terkedip Almanya'ya tasiniyorum. Ama oradan nereye nasil gelecegim iste o zor mesele.